Son günlerde gelişen olaylara denk düşen 2019 Ekim ayında kaleme aldığım yazımı tekrar okuyucunun değerlendirmesine sunmak istedim. Ne yazık ki yanılmamışım keşke yanılsaydım!
19. yy sonlarına doğru çok merkezli küresel güç olan imparatorluklar karşı karşıya kaldıkları politik ve ekonomik krizi aşamamış 20.yy başlarında bir dünya savaşıyla (1. Dünya savaşı) çözüm arayarak sorunlarını çözmeye daha doğrusu 2. Dünya savaşına kadar ötelemeye çalışmışlardır.
Birinci dünya savaşında artık maliyeti ve idaresi bir merkezden zor olan büyük sömürgeci imparatorluklar yerine sınırları küçültülmüş kontrol edilebilir ulus devletler tezi çerçevesinde Sykes-Picot mutabakatıyla kontrolleri altında devletler oluşturulmaya karar verildi.
Bu mutabakatın en çarpıcı sonuçlarını Arap coğrafyasında oluşturulan cetvel devletleri olarak adlandırılan piyon yönetimleriyle işgal edilmesidir. Bu paylaşımlarda söylendiği gibi ulus devletler oluşmamış tam aksine emperyalist çıkar guruplarının paylaşımlarına ve ileride kargaşa ve kaos ortami yaratılarak müdahalelerine zemin hazırlayacak konjektüre uygun olarak etnik, dinsel ve mezhepsel olarak (Türk, Arap, Kürt, Fars, Azeri, Ermeni vb.) ulusların bölünüp kolay idare edilebilir hale getirilmiştir. Bu paylaşım sonucunda vaat edildiği gibi bir birleşik Arap devleti kurulmamış aksine cetvel devleti olarak adlandırılan işgal altında 21 kukla devlet ortaya çıkmıştır.
20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar her şey küresel güçlerin planladığı gibi gitti. Sömürgeci barbar acımasız ve vahşete varan baskılarından yüzyıllar boyunca nasibini almış sömürge idaresi altında yaşayan halklara “ulus devlet, bağımsızlık, özgürlük, demokrasi vb.” sloganlar temasıyla sunulan bu tez büyük bir ilgi ve destek gördü.
Ancak 20. yüzyılın birinci çeyreğinin sonlarına doğru reel politik beklentiler ve sonuçlarına uygun olarak konumlandırılmayan, sadece küresel gücün denetimini ellerinde tutan ülkelerin çıkarlarına ayarlanan sistem ilk arızalarını vermeye başladı. Küresel gücün denetimini ellerinde tutan ülkeler kendi aralarında yeni koşullara uygun daha fazla etki alanı kapma ve yeterince etki alanına sahip olmadığı iddiasıyla oluşan krize siyasal çözüm bulunamayınca sorunu 2. Dünya savaşı olarak adlandırdığımız emperyalist paylaşım savaşıyla çözme yoluna gittiler.
Bu savaşın sonucunda oluşan etki paylaşım alanların paylaşımı yeni sisteme göre ince bir ayar yapılarak pekiştirildi. Artık fiili işgal yerine savaşla kolu kanadı kırılmış veya yüzyıllarca sömürgeciliğin acımasız sömürü ve baskısı sonucunda zayıf düşmüş ülkeleri himayelerine alarak yukarıda saydığımız çeşitli vaatlerle etki alanlarına dâhil ederek yeni bir tez olan yeni sömürgecilik kavramı uygulamaya konuldu. Bu yeni dönemin liderliğini ise İngiliz ve Fransızların desteğiyle yeni küresel güç olan ABD üstlendi.
2. dünya savaşı sonucunda oluşan iki kutuplu yeni küresel sistemin diğer kutbunun liderliğini ise etki alanlarına aldıkları devletlere ideolojik transfer yaparak ihraç devrimlerle kurdukları sosyalist blok olarak adlandıran SSCB ve Çin üstlenmiş oldu.
Bu süreci darbeler, ekonomik, teknolojik ve siyasal baskı yöntemleriyle 2000’li yıllara kadar sürdüren küresel güçler özellikle öngörülemeyen ve bu öngörüsüzlükten kaynaklanan denetimsiz teknolojik ve siyasal gelişmeler sonucunda artık kurdukları sistem yeniden kriz sinyalleri vermeye başladı.
Özellikle SSCB’nin dağılması sürecini doğru değerlendirmeyen dolayısıyla yönetemeyen kapitalist emperyalist bloğun başını çeken ABD adım adım bu günkü, birinci ve ikinci dünya savaşlarında olduğu gibi çözülemeyen derin krizin koşullarının oluşmasına sebep oldu.
20. yüzyıla baktığımızda siyasetçiler hiçbir sorunu çözme yolunda yol kat etmedikleri görülmektedir. Sadece var olan koşulları vizyonsuz küçük hesaplar bağlamında ötelemekten öteye geçememişlerdir. Dolayısıyla sorunlar kartopu gibi yuvarlanarak dev bir çığ üreterek günümüze taşınmıştır. Devasa bir krizle karşı karşıya olan yedi buçuk milyar nüfuslu, internet, kuantum, nano teknolojik devrimlerini geride bırakmış gezegenimizde vizyonsuz siyaset günümüzde hiçbir soruna çözüm üretemeyecek duruma düşmüştür.
Diğer yazılarımda da belirttiğim gibi ABD krizi agresif politikalarla kazananı olmayacak bir dünya savaşını körükleyerek çözme politikası yürütmektedir.
Bu politikanın temelinde yatan çözüm ise, Sykes-Picot mutabakatıyla oluşturulan ve sonraki Yalta konferansı müdahaleleriyle, AB denemesiyle devletçiklere kadar küçültülen devletlerin yönetimi ve denetimi mümkün olmamıştır. Sykes-Picot ve Yalta konferansı mutabakatları iflas etmiştir.
Bunun yerine yeniden günümüz koşullarına uygun endirekt değil direkt yönetimlerin oluşturacağı yeni imparatorluklar oluşturulmalıdır tezi sahneye konmuştur.
ABD, bu tezin ipuçlarını Arap coğrafyasına yarı direkt vekâlet savaşlarıyla başlayarak vermiştir. Avrupa’yı savunmaları konusunda tehditler yoluyla haraca bağlayarak, eksenindeki ülkelerin mutlak biatini isteyerek Venezüella’da olduğu gibi seçilmiş kişiler yerine başkanlar atayarak veya Trump’un Pakistan başbakanıyla yaptığı basın toplantısında “Afganistan sorununu bir haftada çözebileceğini ama 10 milyon insan öldürmesi gerektiğini bunu yapabileceğini ama yapmak istemediğini” söyleyerek ortaya koymuştur.
Göründüğü kadarıyla, Akdeniz’deki, Hürmüz boğazındaki, Arap coğrafyasındaki, Latin Amerika’daki, Avrupa’daki siyasal, ABD-Çin ekonomik krizin boyutlarına ve ne yazık ki patlak veren Ukrayna, Gazze ve Lübnan savaşlarına bakıldığında artık krizin siyasal yöntemlerle çözüleceği umudu zayıflıyor.
Ne yazık ki ibre, adı bilim kurgu filmlerini çağrıştıran yenidünya imparatorlukları tezinin hayata geçirilmesi koşullarını oluşturacak kazananı olamayacak yeni bir dünya savaşının senaryosunun sahneye konulduğunu göstermektedir. Deyim yerindeyse kartlar yeniden karılmaya hazırlanıyor.
21. Yüzyılda Yeni Dünya Düzeni II – Vizyonsuz Siyasetçiler Tehlikesi - Mim Yavuz Binbay
Devasa bir krizle karşı karşıya olan yedi buçuk milyar nüfuslu, internet, kuantum, nano teknolojik devrimlerini geride bırakmış gezegenimizde vizyonsuz siyaset günümüzde hiçbir soruna çözüm üretemeyecek ve gezegenimiz yaşamına tehlike arz edecek bir konuma düşmüştür.
Siyasetçilerin yerine getiremedikleri en önemli sorumluluk alanlarından biri olan Küresel ekonomide yavaşlama emareleri var. Tarihin belirli dönemlerinde ortaya çıkan ekonomik krizlere çözüm üretemeyen siyasetçiler krizleri hep savaşlarla ötelemişlerdir. Küresel siyasi krizlerin sonucunda patlak veren tüm savaşların temelinde siyaseten çözümlenemeyen ekonomik krizler yatmaktadır. Günümüzdeki Küresel ekonominin yaşadığı benzer sorunları detaylara inmeden özetleyecek olursak:
2008'deki küresel finans krizine yol açan sorunların önemli bölümüne çözüm üretilemediği gibi, sorunlar çözülmüş imajı verilerek deyim yerindeyse halının altına süpürüldü; ancak ilk silkelenmede sorunlar yeniden havada uçuşmaya başladı, finans piyasalarının yapısal sorunları, küresel ekonominin altını oymaya devam ediyor. Küresel borçluluk seviyesi, krizden sonra yüzde 50'den fazla artarak 250 trilyon dolara (2021’de 296 ve 2023 yılında 315) trilyon dolara yükseldi. Bu denli yüksek borç seviyesi ekonomileri daha da kırılgan hale getirdi.
ABD’nin başlattığı ticaret savaşları, Tayvan, Hong Kong ve Güney Çin Denizi krizleri, Türkiye ile Suriye, İran ile Hürmüz krizi ve Venezüella krizi, İsrail-Filistin sorunu çözümsüz hale getirildi. Somali, Sudan, Fas, Libya ve Mısır eksenli krizlerle Kuzey Afrika bölgesi felç edildi. Kuzey Kore krizinde beklenen adımlar atılmadı. Japonya ve Güney Kore ilişkileri bile bozuldu. Rusya ve İngiltere arasındaki rekabet sertleşti.
Brexit krizi ile AB daha da parçalandı. İngiltere ile AB karşı karşıya geldi. Fransa ve Almanya üzerindeki Amerikan baskısı, ittifak ilişkilerini baltalayacak boyutlara ulaştı. Ve en nihayetinde Trump destekli ırkçılık Avrupa'yı esir alırken merkez sol ve sağ partiler çöktü. Son dönemde AB’deki İktidarların büyük çoğunluğunu, İslam düşmanı ve göçmen karşıtı aşırı sağ partiler oluşturmaktadır. Önümüzdeki seçimlerde aşırı sağ partilerin daha da etkin olacağı gözlenmektedir.
Brexit'e kadar AB projesi heyecan uyandıran gönüllü bir birleşme başarısıydı. İstisnasız tüm çevreler AB'nin yeni üyelerle bütünleşme ve genişlemesiyle ifade edilen bu birleşmenin tersine çevrilemez bir süreç olduğuna inanıyordu. Ancak AB'nin birleşme tezleri Brexit'le birlikte tamiri zor bir tahribata uğradı. Şimdi uzmanları meşgul eden ana düşünce Avrupa'nın parçalanması çalışmalarının sancısız bir yöntemle nasıl hayata geçirileceğidir. Somut gerçek şu ki Avrupa'nın geçen yüzyıldaki tarihi birleşmeden çok bölünme örnekleriyle doludur. Avusturya- Macaristan imparatorluğu ile Yugoslavya ve SSCB bunun ilk akla gelenleridir.
Yugoslavya ve SSCB bünyesindeki farklı ulusal gruplardan bürokratik sosyalizm nedeniyle parçalandı. AB’deki sorun Avrupacılık ideolojisidir. Almanya ve Fransa merkezli liberal bürokratik egemenlik Hırvatistan, Macaristan, Polonya, İtalya ve Yunanistan gibi ülkelerdeki ulusal iradeyi temsil eden demokratik egemenliği dışlamaktadır.
İyi zamanlarda ulusal iradelerin temsiline demokratik kurallar işletilerek izin veriliyordu. Ne var ki göçmen sorunu ve ekonomik krizler işleri ters yüz etti. AB'de şu an güçlü ülkeler zayıflara kendi kararlarını dayatıyor. Dolayısıyla zayıf ülkeler direnç gösteriyor. Ortak kararlar alınamadığı için kurumlar felç olmuş durumda. Yönetim krizi derinleşen AB artık refah ve istikrar üretememektedir.
Avrupa Kıtasının otantik halkları tarafından geliştirilmiş bir “demokrasi kültürüyle” geliştirilen AB modeli tüm kesimlerce heyecan ve umut verici bulunmuştu. Ancak, ABD’nin bu güçlü modeli liderliğine rakip olarak addedip pervasızca ve hoyratça üçüncü dünya ülkelerinde yaptığı gibi haraca bağlayarak, güvenlikle tehdit ederek biat ettirmeye zorlayarak, ekonomik ve siyasal nifaklara maruz bırakarak modeli çökertti. Demokrasiye ve insan haklarına bağlılık vaadi sona erdi. Avrupa'nın liberal değerleri İslam düşmanlığı ve göçmen karşıtlığıyla beslenen bir ırkçılığa gelip demirlemiş durumda.
Yugoslavya ve Sovyetler Birliği de AB'nin şu an boğuştuğu sorunlarla karşı karşıya kaldı. Ama sorunlar çözülemediğinden SSCB'de üyeler birlikten ayrıldı. Yugoslavya'da ise iç savaşlar çıktı. Krizlerini aşamayan AB'nin akıbeti de bu iki sondan biri olacak.
ABD, Asya’da yarattığı krizle ile bir taşla dört beş kuş vurmayı planlıyor. Bu planın bir kısmından bahsedecek olursak, Hindistan, Pakistan, Çin ve Rusya karşı karşıya getirilerek Atlantik karşısında güçlenen Asya bloku arasındaki yakınlaşma süreci baltalanacak. Çin'e karşı yalnız kalan Hindistan, BM'de ABD'nin eline mahkûm olacaktı. Böylece Rusya ile yakınlaşan Hindistan savunma pozisyonuna geçecekti. Ayrıca Venezüella ve İran ambargolarında ABD'ye destek vermeyen Hindistan'a bedel de ödetilecekti.
ABD stratejisi hala 20. Yüzyıldaki bedel ödetmeyle tehdit ve mahkûm etme üzerine kurulu olduğu gözlemlenmektedir. Bu stratejin sebepleri ve alt yapısını oluşturan silah, militarist ve tabi ki savaş politikalarının ana hatlarına bakacak olursak;
ABD’nin askeri harcamaları, dünyadaki tüm ülkelerin bu işe ayırdığı bütçeden fazladır. İkinci Dünya Savaşı'ndan beri dünyayı işgal etmeye devam ediyor. ABD şu an itibariyle 150 ülkede 1000'e yakın üssü bulunmaktadır. Yani ABD dünyada bulunan tüm askeri üslerin yüzde 95'ine sahiptir.
ABD'nin dış karakolların olarak adlandırabileceğimiz üslerinde yaklaşık 350 bin asker görev yapıyor. Deklare etmedikleri "elemanlarını" da hesaba katarsak tablonun vahameti daha da artıyor. Sadece, bağımsız, egemen ve AB’nin en güçlü devleti olma iddiasındaki Almanya'da 52 bin ABD askerinin varlığından söz ediliyor olması tablonun vahametini ortaya koymada çarpıcı bir örnek olur. Bu ülkelerin olası ciddi bir kriz anında, Truva Atı gibi içlerine aldıkları bu askeri güç tarafından açıkça işgal edilme tehlikesi yüksek bir olasılıktır. İç siyaseti baskılamayacaklarını düşünmek ise mümkün görülmemektedir.
Bu yabancı askerler, Rusya'ya, İran'a ve enerji coğrafyasına komşu olan Türkiye'nin en stratejik yerlerine konumlandırmış 15 üste görev yapıyorlar. Bu üsler, dünyada da uyuşturucu trafiğinden tutun da silah kaçakçılığına kadar birçok yasa dışı işle de ilişkilendiriliyor. Türkiye'deki ABD askeri sayısının 2000 civarında olduğu belirtilmektedir.
Körfez ülkelerine müttefikten ziyade talan edilip, soyup soğana çevrilecek yağlı müşteriler gibi davranan ABD’nin son pervasız ve çirkin pazarlıkları aslında politik skandaldan çok köklü bir jeopolitik çaresizliğe işaret ediyor.
Uzun bir süredir Pentagon'u özel bir orduya çeviren ABD stratejileri, bir bakıma askeri-endüstriyel kompleksi militaristleşen kapitalizm Stratejisi’nde son aşamayı temsil ediyor. R. Maddow’un Amerikan Askeri Gücü'nün İpini Koparması" kitabında dile getirdiği gibi ABD ulusal savunma konsepti son yıllarda radikal değişimelere uğradı ve Amerikan ordusu artık dünyaya güvenlik hizmeti sunan paralı özel bir şirkete dönüştü.
ABD sonrası Suriye'nin alacağı şekil bir bakıma küresel jeo-politikayı da belirleyecek gibi görünüyor. Bu anlamda Suriye'den muhtemel bir çekilme kararı “terör ile savaşa” dayalı 18 yıllık stratejiyi kökten değiştirecek.
Arap-İslam dünyasına İsrail'in merceğinden bakan neo-conların yaklaşımları ile Suudi parasına dayalı savaş siyasetini destekleyen liberal şahinlerin bütün stratejilerinin tersine Trump, Ortadoğu siyasetinde üçüncü yolu temsil ediyor. O yol da “Önce Amerika” doktrinidir.
Eli zayıf olduğu için iki yıldır savaş lobisine boyun eğen ABD Başkanı biraz güçlenir güçlenmez ilk olarak generallerle yaptığı mantık evliliğini bitirdi. Sırasıyla kabinesindeki sürekli radikal değişiklikler yaptı. Trump'ın asıl hedefi İran açılımı ile S. Arabistan, İsrail ve Türkiye'yi 'by pass' eden Barack Obama'nın kaos siyasetini tersine çevirerek barışçı lider imajıyla kendini sağlama almaktı. Trump, Suriye'den çekilme ile aslında teröre karşı savaşın da bittiğini duyurarak seçimlere Obama döneminin politikalarının gölgesinden kurtularak ellini güçlendirmek istiyordu. Ancak başaramadan ilginç bir seçimle oyun dışı bırakıldı.
Eski Tunus Cumhurbaşkanı Munsif el-Merzuki, Arap halklarının ABD’nin stratejileri ile ilgili "ABD yönetiminin bölgede dost veya müttefik değil tebaa arayışında olduğunu" söyledi.
1882'den beri Mısır'ı elinde bulunduran İngiltere I. Dünya Savaşı'ndan sonra bugünkü Irak, Ürdün, Filistin, Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan'ı kapsayan ülkelere el koydu, Fransa da Kuzey Afrika'nın büyük bölümüyle Lübnan ve Suriye'yi kontrol altına aldı.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra ise İngiltere ve Fransa'nın yerine ABD geçti. 1949'da Suriye'de CIA'nın desteğiyle gerçekleşen ilk askeri darbenin ardından 1953'te de yine bir CIA operasyonu sonucu İran Başbakanı Musaddık devrildi. Böylece ABD'nin Ortadoğu'da temel stratejisi olan darbeci ve işgalci kirli politikası başlamış oldu.
Bu kanlı tezgâhın son örnekleri Irak lideri Saddam'ın 2006'da asılması, Libya lideri Kaddafi'nin 2011 yılında devrilmesi ve katledilmesi, halkın oyuyla seçilen Mısır Cumhurbaşkanı Mursi'nin 2013'te iktidardan indirilmesi ile Afganistan, Lübnan, Suriye ve Yemen'de devreye sokulan iç savaşlardır.
Neredeyse 70 yıldır ABD ile Avrupalı müttefikleri, kontrol edemedikleri hükümetleri ya dışarıdan müdahale ve işgallerle ya da içeriden sokak hareketleri ve askeri darbelerle alaşağı etti. Bir asırdır demokratik kurumların işleyişini baltalayıp var güçleriyle kronikleşen iç savaşlara odun taşıdılar. Cezayir, Filistin, Mısır, Türkiye ve diğer ülkelerdeki seçim sonuçlarını kabullenmediler.
Kirli emelleri için DEAŞ, El Kaide vb. terör örgütlerini kurup beslediler. Böylece Fas'tan Basra Körfezi'ne Nijerya'dan Afganistan'a uzanan İslam coğrafyasını kelimenin tam anlamıyla başarısız devletler çöplüğüne ve ölüm tarlalarına çevirdiler. Boyun eğmeyen liderleri ise ya Erbakan, Mursi, Musaddık veya Allende gibi darbeyle devirdiler. Ya Menderes, Kaddafi, Saddam ve Kongolu lider Lumumba gibi öldürdüler. Ya Chavez veya Özal gibi 'doğal yollarla' tasfiye ettiler. Ya da Castro gibi ehlileştirdiler.
Ortadoğu ve Afrika başta olmak üzere Batı dışı dünyada görmeye alıştığımız siyasi kaos, iç savaş, ekonomik karmaşa ve sosyal çatışmalar artık Avrupa ve ABD'nin de rutini haline gelmeye başladı. ABD, II. Dünya Savaşı'ndan sonra inşa ettiği dünya düzenini kendi eliyle yıkarken post modern bir masal olarak başlayan Avrupa Birliği (AB) projesi ise giderek bir kâbusa dönüşüyor. Geldiğimiz aşamada bir kriz üretim merkezine dönüşen ABD artık dünya için asıl tehdit konumuna yükselmiş durumda.
Türkiye'nin öncülüğünde BM'den çıkan Kudüs kararı ABD'nin uluslararası arenada iyice yalnızlaştığının en net resmiydi. Ortadoğu politikaları iflas eden, Suriye'de istediği düzeni kuramayan ABD'yi Afrin Operasyonu daha da çıkmaza soktu. Anlaşıldı ki ABD artık dünya sahnesinde oyun kurucu olamıyor. Bunun sebeplerinden biri de 10-15 yıldır dünya nazarında kaybettiği itibarıdır.
ABD'nin dünyanın geleceğiyle ilgili söylemlerinin artık samimi bir noktada olmadığıyla ilgili gerçekler tüm dünyaya mal oldu. Diğer devletler artık, ABD’nin 2. Dünya Savaşı'ndan sonra oluşturduğu küresel ekonomik sistemin erozyona uğradığını ve tükendiğini düşünüyor. Böyle bir ortamda ne demokrasiden ne insan haklarından söz edilebilir. Bu vesileyle ABD şu anda 50 yıldan bu yana dünyaya sahip olduğunu iddia ettiği etkin gücüyle ilgili büyük bir itibar kaybı yaşıyor. Bu itibar kaybı ABD açısından pek çok travmayı beraberinde getiriyor. Hatta politik ve ekonomik istikrarlarını korumakta bile çok zorlandıkları bir dönem yaşıyorlar.
Trump, 18 Aralıkta Amerikan Kongresi'ne sunduğu Ulusal Güvenlik Stratejisi raporunda Çin ve Rusya'yı ABD'nin menfaatleri açısından risk oluşturan en büyük iki aktör olarak açıkladı ve bir anlamda yeni çok kutuplu soğuk savaş döneminin başladığını ilan etti. ABD’nin göremediği veya saklamaya çalıştığı, birinci Soğuk Savaş dönemine girildiğinde dünya ekonomisinde ve siyasetinde hâkimiyet sahibi, yaptırımcı gücünü etkin kullanan bir devlet iken şimdi böylesi bir yaptırımcı güce sahip olmamasıdır. Çünkü demokrasi ve insan haklarını koruduğuna dair iddiaların tümünü kaybetmiş durumda. Meksika ile arasına duvar örmekten, göçmenleri geri göndermekten ve yeşil kartı kaldırmaktan söz ediyor. Bu nedenle ikinci Soğuk Savaş dönemine ilkine oranla elindeki imkânların çoğundan yoksun bir biçimde giriyor. ABD için bütçe açığı büyük bir travma. ABD dünyada adeta yalnızlığa oynuyor ve hiçbir ülkenin ABD'ye inancı kalmadı. ABD izlediği tüm askeri ve istihbarat operasyonları ile müttefiklerini karşısına aldı. ABD kibriyle kendini o kadar dayattı ki, bu kibir onu yalnızlığa mahkûm etti.
Bakalım sorunları çözümsüz bırakarak her seferinde savaşlarla insanlara ağır bedeller ödeten vizyonsuz siyasetçiler marifetiyle/marifetsizliğiyle ittifaklar nasıl gerçekleşecek! Nasıl bir çözüm ortaya konacak?
Hep birlikte göreceğiz. Ama sonuç ne olursa olsun bedelini insanlar ödeyecek hem de ne pahasına!
Yorum Yazın
Facebook Yorum